Felaketlerin Aniliği
Bu yazıda kullanmak üzere görseller
aratırken, tuhaf bir durum dikkatimi çekti: felaket diye kafamızda
canlandırdığımız durumlar benim “toplumsal yıkım” olarak adlandıracağım
manzaralardı sadece. Yıkılmış şehirler, üzerinde ölü balıkların gezdiği
kirlenmiş nehirler, artık ne felaketse içinde oynayacak çocukların bile kalmadığı
virane parklar… Ben bu görsellerden, bir felaket ancak zarar verdiği kişi
sayısı nispetinde tehlikeli sayılır ve umursanır diye anladım. Halbuki bu
düşünce yazmak istediğim yazının ana fikri ile çelişiyordu çünkü ben kişisel ve
bencil felaketlerden yola çıkmak istiyordum. Aslında büyük ya da küçük,
toplumsal ya da bireysel bütün felaketlerin ortak bir özelliği vardır:
anilikleri, yani beklenmedik bir anda hatta en olmadık anda hayatımızı ya da
hayatlarımızı mahvetmeleridir. Bu kimimiz için birinin kaybı, kimimiz için bir
doğal afet, kimimiz için bir ayrılık haberidir ama işin sonu hep felakettir.
Felaketleri felaket yapan ise bizi apansız ve hazırlıksız yakalamalarıdır.
![]() |
Bireysel ve toplumsal felaketlerin kesişiminde bir ev... |
Eğer gerçekleşecek olan bir trafik
kazasında arabamız gümbürtüyle öndeki araca çarparsa ya da durduk yere bizim
başımıza gelmesi anlamı ile tam bir felaket gibi arkadaki araç sağır edici
dehşet bir sesle bize çarparsa, korku ve panik duygularımızın sisinden sıyrılıp
ortaya çıkan ilk soğukkanlı fikrimiz “bunu hiç beklemiyordum” olur. Evet o
sabah evden kahvenizi de içmeden uyku sersemliği ile çıktığınızda da
kontağınızı çevirdiğinizde de asla “bugün kesin kaza yapacağım” demezsiniz;
zaten böyle bir kader de yoktur ve felaketi beklemezsiniz. Şeylerin rastgeleliğinde
bu felaket anları ilmek ilmek dokunur. Anahtarınızı unutup eve dönmeniz, bir
kırmızı ışığa yakalanmanız ya da sizi lafa tutan bir komşunuz o gün
kurtulduğunuz bir kazadan ne kadar sorumlu ise başka bir gün yapacağınız
kazadan ya da başka türlü bir felaketten de kadar sorumludur. Ve işin ironik
tarafı, bunu asla ama asla bilemeyecek olmanızdır.
Akıllı olan kimilerimiz ise (ki toplumumuz
onlara ısrarla kaygılı bireyler der) zihinlerinin bütün kapasitesi kullanarak
olabilecek bütün aksilikleri hesaplamaya çalışır. Bunun en basit sebebi de
felaketlerin hepsini birer olasılık olarak görüp onları bir müttefik gibi
yanlarına çekmektir. Bunu yaptıklarında yani felaketlerin elinden sürpriz yapma
olanaklarını aldıklarında artık korkacak bir şey kalmamıştır onlar için: “Prizde
unuttuğum ütü yüzünden evde yangın çıkacağından da korktuğuma göre geriye bir
tek kaldırımdan yola doğru atacağım dikkatsiz bir adımla bir moto-kuryenin bana
çarpması kaldı. Ha unutmadan, hava da kapalı olduğuna göre ya üşenip yanıma
almadığım şemsiyemin laneti üzerime yağmur olarak yağarsa?”
Dünya onlar için bir ihtimaller
denizidir. Ve gerçekten öyledir. Tek yapmaları gereken ise onca olasılığında
içinden doğru olanları yani en kötülerini seçmek ve onlar üzerine saatlerce,
günlerce hatta bazı çok talihsiz durumlarda bir ömür boyu düşünmektir. Çünkü
kötü senaryoların üzerinde durdukça yani bir anlamda onları
‘ihtimalleştirdikçe’ bize daha katlanılır ve daha arkadaşça görünürler. Çünkü
felaketler için önlem alınmaz ama ihtimaller için alınabilir; kendimizi
fiziksel olarak hazırlayamasak da o dehşet anından en azından ruhsal anlamda nasıl
sıyrılacağımızı bir çocuğa akıl verir gibi kendimize tane tane anlatırız ve
güzel şeyler yaşamak için doğduğuna inandığımız ruhumuzun olası kötü durumlar
karşısında güçlendiğini düşünürüz. Ama bu ruhsal egzersizin bir bedeli vardır
elbette. İhtimaller (kötü ihtimaller) dünyasında hayali bir boğuşmaya
tutuşurken, bütün o ihtimallerden süzülüp gelerek hayatımızda gerçekleşen bazı
güzel şeyleri de kaçırırız. Dünya bizim için dışarda yaşanan algılanan bir gerçek
bir olay değil aksine kafamızın içinde yaşanan bir izlenimdir sadece. Bu bir
anlamda nefis bir deniz manzarası olan evimizin balkonundan bakmak varken
yüzümüzü aynı evin beton duvara dönüp acaba
sağlam mı merakı ile orada çatlak aramak gibidir.
Fakat felaketleri onlardan önce
davranıp daha onlar gerçekleşmeden kafamızda canlandırmamız çoğu zaman işe
yaramaz çünkü her ne kadar bütün detayları ile olayı daha olmadan kafamızda
yaşasak da gerçekten yaşandığı andaki duygu durumumuzu hayal etmemiz
imkansızdır. Moto-kurye bize çarpsa bile hayal ettiğimiz gibi bu bize felaket
gibi gelmeyebilir ya da belki aramızda öfke gibi zehirli duygularla hiç ilgisi
olmayan eğlenceli hatta günümüzü gün edecek kadar komik bir diyalog bile geçebilir.
Tamponu dağılmış arabamızdan pekâlâ bu kadarla atlattığınıza şükrettiğiniz bir
minnet duygusu ile çıkabilirsiniz. Ya da bembeyaz duvarları yangın dumanları
ile kararmış evinize bakarken o anda evde olmadığınıza dua bile edebilirsiniz.
Kısacası felaket diye beklediğiniz anlar bir şükür ve mutluluk anlarına kolaylıkla
dönüşebilir. Tabi bunların hepsi olumlu senaryolardır. Bütün bu saydığım
felaketlerin önünde tam da hayal ettiğimiz gibi ağlamak, kıvranmak ve acı
çekmek de vardır ama mesele bu acıları zaten çekeceksek buna neden şimdi başlayıp
başlamamaktır. Sırf hazırlıklı olmak için kafamızda daha olmamış bir felaketi neden
yaşayalım ki?
Edvard Munch’un ünlü tablosu Çığlık
bence bir felaketin insan yüzüne yansımasıdır. Tablodaki kişinin ne gördüğünü
asla bilmeyiz (zaten bu da ressamın inceliğidir) ama yüzündeki dehşeti apaçık okuruz.
Üstelik bu gördüğü ya da bir şekilde hissettiği felaket bireysel ve bencil bir
felakettir çünkü tablonun arka planında belirlen diğer iki figürün olup
bitenden haberi bile yoktur. Ve şunu çok iyi biliriz ki bize yüzyıllar
ötesinden bile kendini hissettiren böylesine güçlü bir çığlık atabilmesi için birinin
hiç beklemediği ve aniden karşısına çıkana kadar var olabileceğine ihtimal dahi
vermediği bir durumla karşılaşmış olması gerekir. Munch’un kendisine göre,
resmin ilham kaynağı bir akşamüstü arkadaşı ile yaptıkları yürüyüştür.
Günbatımına denk gelen bu yürüyüş Munch’ta doğanın adeta kıpkırmızı bir çığlık
attığı izlenimini uyandırmıştı. Sanat eleştirmenliği benim alanım olmamasına
rağmen, benim yorumuma gelirsek; bence resimdeki figür, bu çığlığı bir sanat
eseri olarak meydana gelip var olmasına karşı duyduğu akıl almaz dehşetten
dolayı atar. Munch onun fikrini bile sormadan öylesine ünlü bir şekilde onu
yapıp var edip insanların önüne atmıştır ki kendini çığlık atmaktan
alamamıştır. Belki de kimse ona bakmıyorken yüzü bildiğimiz ifadesiz insan
yüzüne dönüşüyordur. Bizler de tıpkı tablodaki figür gibi kendi varoluşumuzdan
dehşete kapılırız çünkü insanın en büyük felaketi/şansı kendi varoluşudur. Ve
kimse kendi varoluşunu önceden düşünüp önlem alamaz.
Yorumlar
Yorum Gönder