Kim Olduğunu Biliyorum


Kara bir gölge gibi takip etti beni ve kim olduğumu bana hep hatırlattı; bir diğer deyişle aslında kim olduğumu unutmama asla izin vermedi. Nasıl mı yaptı bunu? İlk önce hatıralarla. Kimliğimiz bir bina gibi tuğla tuğla örülürken başımıza gelen kayda değer olaylar bizim sonradan hatıra dediğimiz hatırlama anlarına dönüşürler. Ve hatıralar çoğunlukla güzeldir. İlk gerçekleştirdikleri anda olmasa bile zaman üzerlerine güzel bir cila çektiğinde, hatıraların hatırlaması ve daha önemlisi üzerine konuşulması daha kolay gelir. Kelimenin kökenine vurgu yapar biçimde “Hatırlıyor musunuz?” sorusu ile başlayan bir sohbet herkesin aynı yaşadığı ama herkesin yine farklı şekilde hatırlayıp anlattığı bir hatıranın fitilini ateşler. Bu fitil kimilerimizin zihninde hayran hayran izlediğimiz coşkulu bir havai fişek gösterisini ateşlerken kimimizin kimliğine de kale duvarında gedik açan bir top gibi zarar verir. Farz edelim ki bu hatıra sizin bir sarhoşluk anında merdivenden düşmeniz olsun. Sohbeti açan arkadaşınızın (ya da belki bir özgüven anında sizin) belki hiçbir kötü niyeti yoktur. Herkes hikâyeye hatırladıklarınca katkı verdikten, hikâye beş altı anlatıcı tarafından parça parça yeniden yaratıldıktan sonra sizde bıraktığı izlenim ile baş başa kalırsınız. Bu izlenim utanç, gurur, neşe, başarmışlık vb. olabilir ama neticede bir hatıra ile kimliğiniz konusunda bir farkındalık yaşamışsınızdır ve bu anı size “kim olduğunu biliyorum” der adeta. Siz bir süreliğine belki bir ömür boyu artık bu hatıranın esiri olmuşsunuzdur.

Yukarıda kısaca anlattığım bu hatırlama biçimi aslında en doğrudan kim olduğumuzu anlama biçimidir ama daha derinlerde kimsenin deneyimlediğimizin farkına bile varmadığı bir kimlik savaşı yaşanır bazen içimizde. Bu savaşa tutuştuğumuz taraf ise bir sestir; günlük hayatımızda içine düştüğümüz bazı durumlarda bize olumlu ya da olumsuz anlamlarda kim olduğumuzu hatırlan bir ses… Peki konuşan kimdir?

Aslında yabancı biri değildir; ses öyle de tatlıdır ki bizi baş kahramanı yaptığı ve bize kendimiz hakkında anlattığı o masala, sonu ne kadar utanç verici bitse de inanıveririz; öyle tanıdıktır ki kulağımızı bile kullanmamıza lüzum bırakmayacak kadar içimizden bir yerlerden gelir; öyle inandırıcıdır ki bizimle ilgili kulağımıza bir şeytan gibi fısıldadığı vesveseleri nereden biliyor, beni nasıl bu kadar tanıyor diye şaşırırız; öyle kalleştir ki bizi tam başkası (daha iyi birisi) olabileceğimize inanmaya başladığımız anda yakalar; öyle sevecendir ki hakkımızda övdüğü şeyler hemen hayal kurdurmaya başlatır bize. Kısacası karşımızda (aslında tabir yanlış, “içimizde” olmalı) öyle karmaşık biri vardır ki ona tamamen insan benzeri bir zihin desek yeridir.

Kimilerimiz bu sesin varlığını rahatsız edici bulabilir ama unutulmamalıdır ki bu ses bize sürekli kim olduğumuzu hatırlatır çünkü biz sürekli kim olduğumuzu merak ederiz. Ses aslında ortaya çıkma hatta bazen bize hükmetme cesaretini yine bizden alır ve yaptığı şey özünde bizim irademiz dışında gerçekleşen bizden bağımsız bir şey değildir; tam aksine kendi arzu ettiğimiz bir şeyin gereğini yerine getirir ses. Bir anlamda o bizi dinler, yani bir dileğimizi yerine getirir; biz de karşılığında onu dinleriz ve dünyanın en büyük sorusu olan “ben kimim” sorusuna cevap alırız. Bu soruyu sorarız çünkü övünülecek hiç yanı olmamasına karşın insan dünyadaki en bilinci açık varlıktır, hatta denebilir ki fazla bilinçlidir. Bu kadar kötülüğün devam ettiği, hayatta kalmanın bu kadar zor olduğu bir dünyada bu kadar bilinçli olmak getirdiği birtakım avantajların yanında tam bir işkenceye dönüşür. Bir fare olarak dünyaya gözümüzü açsaydık, basit bir hayatta kalma oyununa dönüşecek olan yaşamımız, bilinci açık bir insan olduğumuz için bir kader, keder, şöhret ve gurur oyununa dönüşmüştür ve “ben kimim” sorusunun temelinde işte bu habis duygular yatar. Bu bir kader oyunudur çünkü başımıza gelecek şeyleri seçebileceğimizi düşünecek kadar gururluyuzdur. Bu bir gurur oyunudur çünkü hepimiz küçük bir çevrede de olsa tanınmak ve sevilmek isteriz. Bu bir şöhret oyunudur çünkü bir gün bu dünyadan göç edecek olmamızın kederine karşı tek tesellimiz iyi hatırlanmaktır.

Bazen de öyle anlar vardır ki kim olduğumuzdan ve bu koca alemdeki yerimizden kendimizi öyle emin hissederiz ki kimliğimiz ile ilgili bütün samimiyetimiz ile konuşmak isteriz. Aksi gibi böyle anlarda da ses birden susuverir ve bizi şahitsiz bırakır. Onun varlığına bize bizle ilgili anlattığı hikayelere öyle alışmışızdır ki bazen insanı çileden çıkaran içimizde kedimiz olabilmek ile ilgili bir isyan duygusu çıkaran o sesin varlığı için yalvarırız. Mesela kendimiz ile ilgili bir anı anlatmak isteriz ama hafızamızın rafları bomboştur. Ses hoyrat bir hamal gibi üstlerinde ne var ne yok hepsini toplayıp götürmüştür adeta. Sıcak nefesi ile karışan fısıltısını duymak için içimize döndüğümüzde ise tıpkı hatıralarımız gibi sesin de bizi terk ettiğini görürüz. Giderken bize kim olduğumuzu gururla söyletecek hiçbir şey de bırakmamıştır. Arkasında bıraktığı boşluğunu bir mesaj (bir veda mektubu) gibi okuyacak olursak eğer bize gizliden gizliye şöyle der: “Onca zamanı sana kim olduğunu hatırlatmakla geçirdim; bunu hep başka biri olmaya ve insanları bu yeni insana inandırmaya çalıştığında seni kötü düşüncelerle ve hatıralarla zehirleyerek yaptım. İşte şimdi tam kendinden emin olmuşken, yani benim sana kim olduğun ile ilgili telkinlere tamamen inanmışken işte benim ortadan kaybolma vaktim geldi. Seni kendinle ilgili söyleyeceğin bütün yalanlarla baş başa bırakıyorum. Bakalım ne kadar kıvırabileceksin bu yalan söyleme işini?” Ve kendi yalanlarımızı söylemeye başladığımızda kendi sesimiz o kadar yabancı gelir ki başkası inansın derken kendimiz bile inanamayız kim olduğumuza.

İşte böyle bir dehşet ve umutsuzluk anında bize ettiği onca işkenceye ve kötü muameleye rağmen o sese ihtiyaç duyarız. İnsanların arasında ezber yapmaya üşenen bir aktör eskisi gibi onca gururumuzla kalakalırız çünkü ağır bordo tiyatro perdesinin yanında sahnenin aydınlığı ile kulisin karanlığı arasında suratı ikiye bölünmüş suflörümüz yoktur artık; doğaçlama yapmak için çok genç yalan söylemek içinse çok yaşlıyızdır. Tam ağzımızdan sahneyi kurtaracak bir söz çıkacakken, kendinizi bildiniz bileli yanınızda olan o tanıdık ses kulağınıza bir kez daha fısıldar: “Sen yine söyle yalanlarını ama unutma, kim olduğunu biliyorum.”

Yorumlar

  1. Selim hocam yeni yazı yok mu?Teşekürler iyi çalışmalar.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Felaketlerin Aniliği

Köpeğin Rüyası