Köpeğin Rüyası

 

“Köpekler rüya görür mü lan?”

“Bilmiyorum ki komutanım. Neden sordunuz?”

“Baksana şuna nasıl irkiliyor; göz kapakları da kıpır kıpır.”

Temmuz güneşine hiç aldırış etmeden birliğin girişindeki mermer merdivenlere uzanmış yatan tam bir sokak köpeğini gösterdi eli ile komutan; kirli, hasta ve perişan bir köpek… Ve köpek gerçekten rüya görüyordu.

*    *    * 

…ciğerim ağzımdan çıkarcasına deliler gibi koşuyorum çünkü yemekhanenin dışına bırakılmış içi kemik ve yemek artığı dolu siyah plastik torbayı dişimizle parçaladık ve yakalandık da ondan. Tam koca ödülümüz ayaklarımıza serilmişti ki ne söylediğini pek de anlamadığım bir kadın insan bağırarak ve bize elindeki kepçeyi fırlatarak bizi çöpün başından kovdu. Ah ne güzel bir ziyafet olacaktı! Memleket hasreti ile iştahları kesilmiş askerlerin yarı kemirip bıraktığı yağlı pilava bulanmış tavuk kemikleri insan dişinden kat be kat güçlü dişlerimiz ile iştahla parçalayacaktık.

Çam fıstığı ağaçlarının soldurduğu güneşin gölgesine işte üçümüz böyle nefes nefese vardık ve hiç vakit kaybetmeden yaşadığımız yenilginin kimin suçu olduğunu hırıltılarla tartışmaya başladık. Karakulak Cazgır’ı suçluyordu, Cazgır ise beni ve ben de tabii Karakulak’ı. Karakulak’a göre Cazgır neşeli ve coşkulu anlarında hep yaptığı gibi ulumasa yakalanmayacaktık. Cazgır da alt tarafı kara bir poşet parçasını dişimle yırtıp açmam neden bu kadar sürdü diye bana kızıyordu. Bense Karakulak’a neden gidip yemekhane kapısını kontrol etmedin diye serzenişte bulunuyordum. Tam bu anda hepimizin kalbine bir pişmanlık geldi: açgözlülük edip ortalığı batırarak yemekhanenin dibinden yemek çalmaya çalışmasak belki de bazı akşamlar yaptığımız gibi birliğin yakınındaki çöplükte bulduğumuz diğer köpeklerden kalan ama bize bolca yeten artıklardan nasibimizi alacaktık. Ama bu tartışmayı aç karnımız ile sürdürmek hiç içimizden gelmedi ve susup olduğumuz yere gölgeye seriliverdik ama aç karınlarımız uyumamıza da müsaade etmedi maalesef.

Böyle yarı aralık gözlerimiz ile bedenlerimizi dinlendirirken tıpır tıpır adımların etrafımızı sardığını duydum ama biz ayılıp kaçana kadar bizim büyük çete etrafımızı öyle sarmıştı ki kaçmayı hayal ettirecek kadar bile bir aralık bırakmadılar etrafımızda. Biz de açlıktan zayıf bedenlerimiz ile teslim olduk. İşin aslı bir ara vücudumdan öyle bıkmış hissettim ki bizi hemen oracıkta parçalasalar da kurtulsam diye geçirdim içimden ama yapmadılar. Onun yerine uzun uzun tehditler, meydan okumalar ve hırıltılı azarlamalar dinledik. Neden kimseden habersiz sürüden ayrıldık, kendi başımıza şu çıkışı olmayan kışlada hayatta kalacağımız fikrine nereden kapıldık? Hep bunları sordular ama cevaplarımız onları hiç ilgilendirmedi.

İlgilendikleri tek şey tıpkı bizim yaptığımız gibi yemek yemekti. İşte o anda üçümüz de korku ile fark ettik ki öğleden sonra olanlardan büyük sürü haberdardı. Bütün o kovalamaca ve heyecan yaşanırken meğerse bizim işi batırışımızı uzaktan izlemişler. Öfkelenmişler. Bizi de buraya kadar takip etmişler. Gözlerimizi kapamamızı beklemişler. Aslında biz yemekhaneden yemek çalmazdan önce de bizi hep izlemişler. Bu son işi batırana kadar da sabretmişler. Bunların hiçbirini bize anlatma zahmetine girmediler tabii ki. Biz hepsini kendimiz çıkardık. Tek çıkaramadığımız nokta ise bizi oracıkta lime lime etmek yerine neden dil döktükleriydi. O kadar kalabalıktılar ki hepsi bizi bir kere ısırsa ölümüz bile bulunmazdı.

Ama çok beklemek zorunda kalmadık çünkü açlıklarının cezasını bize kesmişti bile: akşam el ayak çekildiğinde yemekhanenin bitişiğindeki depodan yemek artığı çalınacaktı. Bu da aylar önceki isyanımız ve öğlenki rezaletten sonra bizim görevimiz oluvermişti. Görev çok basitti: Yaz aylarında genelde açık duran pencereden içeri usulca girilecek ve üç köpek birer hatta mümkünse ikişer torba yemek artığını dişleri ile sımsıkı tutarak aynı pencereden dışarı çıkacaktı. Aslında işin ucunda bize de biraz yemek düşme şansı görülse de Karakulak da Cazgır da ben de ürperti ile kabul ettik bu planı. İşin aslı çok fazla tartışma şansımız da yoktu. 

“Buradan ayrılmayın, vakit gelince sizi gelip buradan alacağız.”

Karakulak hemen kaçmayı teklif etti ama kaçamazdık. Kışlanın duvarları dikenli telle örülüydü ve çok yüksekti. Askerler kaçmasın ya da düşmanlar girmesin derken hayatları tehdit altındaki köpekleri hiç düşünmemişlerdi herhalde. Bildiğimiz bir kaç delik vardı ama oralarda da hep sürüden elemanlar olurdu. Zaten oraya varana kadar da yakalanıp parçalanma riskimiz çok yüksekti. Bu şartlar altında mecburen kaderimize boyun eğdik ama bir yandan hem benim hem de arkadaşlarımın içinde yeni bir maceraya atılacak olmanın getirdiği heyecan vardı çünkü bu yapacağımız şeye daha önce hiç köpek cesaret edememişti ve başarırsak sürünün elinde hayatta kalmamız garanti idi çünkü böyle bir işi başaranı asla ama asla harcamazdı sürü; daha doğrusu harcayamazdı çünkü insanların burnunun dibinden hem gece yarısı hem de kapalı bir depodan yemek çalarsanız bu sürü genelinde liderlerin göz ardı edemeyeceği bir saygı uyandırırdı. Biz de bu ihtimali çok seviyor ve ona çok güveniyorduk.

Ne kadar aç ne kadar yorgun ne kadar bitkin olsak da artık dinlenme ve uyuma vakti değildi. Sürü bize görevi verip başımızdan ayrılınca hemen plan yapmaya koyulduk ama içimizden bunu sadece kendimizi teselli etmek için yaptığımızı biliyorduk çünkü bir kere o pencere eşiğinden atladık mı içeri bizi kim veya ne bekleyecek hiçbir fikrimiz yoktu. Orada tutulduğunu düşündüğümüz yemek torbaları bile acaba orada olacaktı mıydı? Orada değillerse ve ağzımız boş bir şekilde geri gelince bunu nasıl anlatacaktık? Bu iki soru dışında aklımıza gelen onlarca soruyu burada anlatmaya gerek bile görmüyorum çünkü bu ikisi bize yetti de arttı bile.

Gece yarısı yaklaşıp da iyice sessizlik çökünce yine ayak tıpırtıları duyduk etrafımızda. Ama bu sefer daha canlı ve daha kıvrak…Bu kez hem biz uyanıktık hem de sürü gece serinliğinin verdiği çeviklik ile daha hızlı hareket ediyordu. Zaten yine etrafımızı sarınca anladık ki bu kez bütün sürü yoktu, sadece bir aksilik olması halinde bizi öldürmeye yetecek kadar köpek göndermişlerdi. En azman ve en zalim olanları… Çok konuşmadan ve hiç vakit kaybetmeden depoya doğru yola koyulduk. Onlar etrafımızı bir hilal gibi sardılar ama yine en önden ve en ortadan bizi üçümüz gidiyorduk. Aslında bu bile kendimi iyi hissettirdi çünkü başarılı olmamız durumunda bizi güvenli bir gelecek bekleyecekti. Depoya iyice yaklaştığımızı cılız ışıklardan fark ettik ki etrafımızdaki pati sesleri birer ikişer yok olmaya başladı. Üçümüz hariç son ses de kaybolunca bir fısıltı duyuldu:

“Hadi görelim sizi!”

Ve hep olmamız gerektiği gibi yapayalnızdık. Bir taraftan durumumuzu gülünç buluyordum doğrusu. Atalarımız -ki hala varlıklarını sürdürüyorlar- dağlarda karda kışta bir sürü cesur maceraya atılırken biz insanların bıraktığı artıkların peşine düşmüştük; hem de onursuz bir şekilde çalacaktık onları. Onlarsa belki de adice tuzağa düşürdükleri bir geyik sürüsünden bir kurbanın boynuna dişlerini keyifle takarlar ve bizin gibi kokuşmuş kemiklerin değil taze etin ve kanın tadına varırlardı.

Açık olmasını umduğumuz pencere açıktı ve koku bizi yanılmıyorsa içerisi gerçekten yiyecek doluydu. Hiçbir zaman buradan içeriye atlayıp da yiyecek çalacak kadar kafayı bozmadığımız için yüksekliğine hiç dikkat etmemiştik ama makul bir yüksekliği vardı; yerden kolayca atlayıp tutunabilirdik. Asıl mesele deponun içine atlarken ki yükseklikti. Birincisi aşağıya atlarken bir yerimizi kırabilirdik; ikincisi sağ salim aşağıya insek bile çok yüksekse dışarı -hem de ağzımızda torbalarla- geri çıkmak zor olacaktı ve sabah insanların bizi bulması için tuzağa düşmüş olacaktık. Tüm bu kaygılara rağmen geriye dönmek de ölüme eşdeğerdi. İçlerinde gene en çevik ben olduğum için ben ilk atlamaya gönüllü oldum. Arka bacaklarımdan yaylanarak yukarı doğru sıçrayıp tutunmak hiç de zor olmadı. Böylelikle kafamı deponun içine uzattığımda siz insanlara kötü gelecek ama bize de iştah açıcı gelen sıcak bir koku doldu burnuma. İçerisi yere olan yüksekliği belli etmeyecek kadar karanlıktı ve ben bir an atlayıp atlamamak konusunda duraksadım. Başımı çevirip yere baktığımda ise bu maceranın başından beri yanımda olan ve benden bir umut bekleyen arkadaşlarımı görünce tereddüdüm kayboldu ve usulca sıcak kokulu nemli karanlığa saldım kendimi. Bu ölmek gibi bir şeydi; huzurlu bir düşme hissi ama bir yandan da korkunç bir bilinmezlik. Bilinmezlik ayaklarımın beton zemine usulca konması ile bitti; huzurlu düşme hissi de yerini bir yerde kapana kısılıp kalmanın huzursuzluğuna bıraktı.

Anlaştığımız gibi sessiz bir havlama ile arkadaşlarıma gelmelerini haber ettim. Kısacık ara ile gökten iki köpek düştü: biri hafif ve sessiz, diğeri ağır ve gürültülü ama kimseye fark ettirmedik. Keskin burnumuz bizi karanlığın iyice koyulaştığı bir köşeye götürdü ve evet torbalar oradaydı. Rivayete göre bu torbalar her sabah kahvaltıdan sonra bir kamyon tarafından köpek maması yapılmak üzere fabrika dedikleri devasa korkunç bir binaya götürülmüş. Bu rivayet bizi hep güldürürdü ve biz kuru kemik kemirmeyi hep severdik. Tıpkı birazdan yapacağımız gibi.

Karanlığı burnumuz ile dürte dürte siyah poşetlere ulaştığımız da hepimiz çok mutluydu. Cazgır ile ben taşıyabileceğimiz ikişer torbayı seçerken Karakulak -aslında biraz da beklediğimiz üzere- taşıyamayacağımız kesin olan torbalardan birini yarmış ve tıkınmaya başlamıştı bile. Her ne kadar başlarda bu belirsiz manzara ve ağız şapırtıları bizi güldürse de Karakulak’ın durmayışı yavaş yavaş bizi endişelendirmeye başladı. Zaten iri olan ve pek de atletik sayılmayacak gövdesine dişinin yettiği kemiklerden ve ıslak ekmek parçalarından hızlı hızlı lokmalar indiriyordu. Üstelik aldığı bu keyif sessizlik ile ilgili ettiğimiz yemini bozacak cinstendi. Karakulak oburluğundan buranın bir çıkışı olduğunu unutmuştu. Cazgır ve ben dışarıya doğru atlayışımızı yapmak üzere hafif ışık sızan pencerenin önüne torbalarımız ile geldiğimizde Karakulak hala tıkınıyordu. Yemeği kesip torbasını seçmesini ve bize katılmasını söylediğimizde bu fırsatın bir daha gelmeyeceğini söyleyerek hırıltıyla azarladı bizi. Hem ne malumdu dışarıdakilerin bize payımızı vereceği? Belki haklıydı ama bu karanlık daracık yerde tıkılıp kalmak düşüncesi Cazgır ve bana açlığımızı ve dışarı çıktığımızda uğrayacağımız muhtemel haksızlığı unutturmuştu. Onu ikna etmeye çalışırken iş gitgide büyüdü ve tam manasıyla bir it dalaşına dönüştü. Arkadaşımızla kendi kendine yaptığı bu kötülüğü durdurması için neredeyse dişe diş mücadele ediyorduk ki içerden öfkeli bir demir kapı bizi durdurdu. Kulaklarımızı diktik, dikkat kesildik; Karakulak bile… Kapı sesi içerden hızlı hızlı gelen adım seslerine dönüşünce Cazgırla ben karanlıkta zar zor ayırt ettiğimiz pencereye doğru atıldık. Torbalarımızı almak aklımızın ucundan bile geçmedi; zaten dışarıdaki zorbaların tek düşüncesi olan yemekten daha değerli bir şeyimizi bıraktık içerde: Karakulak. Apar topar dışarı atladığımızda kulak kesildik: içerden acı acı yükselen köpek inlemeleri ve sert sert vuran bir sopa… Karakulak kaçamamıştı.

Üç eksik torba, bir eksik köpek ve bir fazladan yenilgi ile sürünün yanına vardığımızda öfkelendiler tabii. Hanidir bizi infaz etmek için bekledikleri fırsatı onlara siyah plastik torba içinde sunmuştuk. Hırsla üzerimize atladılar. Ben zaten kaybettiğim arkadaşımın acısı üzerine bir de kendi hayatımı kaybetme tehlikesi üzerine yalvardım:

“Ah gökten kemik yağsa! Ah gökten kemik yağsa! Gökten kemik yağsa da Karakulak oradan kurtulsa!”


*    *    *  

Komutanın tekmesi ile uyandım.

Karakulak’ın öldüğünü acı ile hatırladım.

Gökten kemik yağmıyordu.

 


Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Felaketlerin Aniliği

Kim Olduğunu Biliyorum