Kimseyi Beklememenin Hafifliği (ya da Ağırlığı)

Geçenlerde tesadüf ettiğim “Pazar Akşamları” başlıklı bir denemede bahsimin geçmesi ile yaşadığım şaşkınlığı sizlere anlatamam! Evet, blog yazarı açık şekilde benim adımı kullanmamış da olsa bilin bakalım kimdir bu şehirli yalnız erkek. Fakat benim, onun suçlama ve karalamalarına cevap vermek için elde ettiğim “tekzip” adı verilen bu şansı heba etmeye hiç niyetim yok. Ben size daha çok başımdan geçen olağandışı bir olayı anlatmak isterim. Ve evet bu olay da yine bir akşam ile ilgili; benim akşamım…


                                                               *     *    *

Bütün hazırlıklarımı tamamlamış, aylık bir miktar para karşılığı sahipliğini ele geçirdiğim küçük kaleme çekilmiştim. O ukalanın dediği gibi bir pazar akşamı filan da değildi. Hangi gün olduğunu söylememekte ısrarcıyım zira okuduğunuz o yazının da etkisi ile beni dinlemeye gerek görmeden anlam çıkarmaya başlayacaksınız bile. Hafta içi, çalıştığım bir günün akşamı olduğunu bilmeniz yeter de artar şimdilik. Peki neydi bu hazırlıklar ve ne içindi?

Her şey huzurlu bir akşam geçirmek içindi; kimseyi beklemediğim, kapımın  ve telefonumun hiç çalmayacağı huzurlu bir akşam. Zira ben her insanın en doğal haklarında birinin rahatsız edilmemek olduğuna bütün kalbimle inanırım; yani en azından akşamları rahatsız edilmemek. Ama bu hak da  diğer pek çok hak gibi ancak çalışarak ve uğrunda mücadele edilerek kazanılabilir. Peki ben bunun için neler mi yaptım? Maalesef şartlarımın kötü olmasından dolayı o kadar yolu gelip kapımı çalamayacaklarına emin olduğum ve penceresinden çok uzaklardaki insanlara aşağılama ve iğrenme ile bakmak istediğim bir şato yaptıramadım; işin aslı bir kulübeye bile razı olurdum ama ona bile gücüm yetmedi. Yani yukarıda, evimi tanımlarken kullandığım küçük kale benzetmesi hiç de yersiz değildi; kastettiğim şey apaçık, korunaklı insanlardan uzak bir yerdi. Ve sonuç olarak bir kale veya şato olmasa da bu huzurlu akşamımın tadını çıkaracağım bir evim vardı. 

İkinci hazırlığım tabii ki çalışmaktı. Sabah hiç üşenmeyip altıda kalktım ve hınca hınç dolu bir otobüsle işyerine doğru yola koyuldum. Orada olan bitenleri anlatıp sizin de canınızı sıkmak istemem; sonuçta burayı okuyorsanız bir nebze dertlerinizden uzaklaşmak için istiyorsunuz ve ben neden sizlere tekrar bunları anlatayım? Dolayısıyla bu kısmı kısa geçeceğim ama bunun neden huzurlu bir akşam hazırlığı olduğunu açıklamam gerek kesinlikle. Bunu yaparken utancımdan ölsem de o blog yazarının bir benzetmesinden faydalanmak zorundayım; aslında buna tam faydalanmak da denemez, bir nevi esinlenme diyelim. Ben de her insanın rahat, keyifli bir zaman geçirmek için hafta sonunu beklediği gibi akşamları beklerdim. Üstelik benim akşamlarımın etkisi pazar akşamlarının dehşet verici bir aydınlanma ile gelen son erme hissi kadar da yıkıcı olmaz. Sadece uykuya dalarken -tıpkı o akşam olduğu gibi- yüreğimde sabah erken kalkmak zorunda olduğumu hatırlamamla küçük bir batma hissederdim, o kadar. Kaldı ki bu küçük batma, işimi yaparak sonuna kadar hak ettiğim ve tadını çıkardığım küçük akşam cennetime hiç de halel getirmezdi.

Yaptığım bir diğer hazırlık da işten biraz erken çıkıp akşam saatlerinde çok kalabalık olmadan alışverişimi yapmaktı. Kabul etmem gerekir ki işten erken çıkmak istemekle akşam huzurumu bir parça riske atmıştım. çünkü nadiren büro şefimizden akşamları telefon aldığım olmuştu. O gün yine karşısına -çok sık yapmasam da- izin almak için dikildiğimde, “Bak raporları dosyalara adamakıllı işlediğine eminsin, değil mi?diye sormuştu bana. Bu sorunun altında yatan tehdidi anlamamak için epey mankafa olmak lazım. Apaçık yanlış çıkarsa akşam seni arayabilirim mesajı çıkıyordu sözlerinden, ki evet gerçekten arardı. Kendisi işyerine sabahları ilk gelen ve akşamları oradan son çıkan kişi olurdu hep. Sezgilerim bana bunu üzerimizde zamansal bir tahakküm kurmak için yaptığını söylerdi ama bunu kibar bir diller sorma fırsatım hiç olmadı doğrusu. Hep bütün özgürlüklerimi kazanıp işyerinin kapısını vurup çıkacağım o güne sakladım o soruyu. Hatta soruyu demek bile yanlış; bu tespiti demeliyim.

Yadsınamaz bazı insani ihtiyaçlarımı karşılamak için mahalle bakkalımıza vardığımda artık hava yavaş yavaş kararmaya başlamıştı ki buradan kış aylarından birinde olduğumuz sonucu kolayca çıkarılabilir. Bundan neden bahsettiğimi merak edenler için şöyle bir açıklamam var: Kış aylarında akşam huzuru, dışarının soğuğu ile içerinin sıcağı arasındaki zıtlıkta perçinlenerek ikiye hatta üçe katlanırdı da ondan. Hava da zaten gerçekten tam benim istediğim gibi soğumaya başlamıştı. Soğuk da bana her canlıya olduğu gibi ihtiyaçlarımı anımsattı. Mesela su alacaktım; akşamın huzurunu su almak için dışarı çıkarak ya da geç de olsa dışarıdan su söyleyerek bozamazdım. Ekmek de alacaktım; salgın döneminden kalma eski bir alışkanlıkla evde hiçbir şey olmasa bile en azından ekmek bulundurmak bana güven verirdi. Ve diğer ıvır zıvır şeyler… 

Küçük kalemin bulunduğu apartmanıma vardığımda mükemmel bir akşam için yapılacak çok az şeyim kalmıştı. O kadar heyecanlı, o kadar mutluydum ki her akşam işten dönerken lanet ettiğim bozuk asansörümüze bile aldırış etmeden doğruca merdivenleri tırmanmaya başladım. Üçüncü kattaki dairemin kapısına varıp cebimi anahtarımı bulmak için yokladığımda, aklıma sebebini anlamadığım bir şey takıldı: bugün ayın kaçıydı acaba? Kendi kendimi şaşırtmayı başardığım bu soruyu aklıma ya apartmana giriş yapmam getirmişti (hepimiz biliriz ki belli mekanlar belli fikirler ve duygular ile ilişkilidir) ya da bu soru tehlike sezinleyen ilkel bir hayvan gibi sadece hayatta kalmak içgüdüsü (benim için huzurlu bir akşam geçirmek içgüdüsü) ile aklıma gelmişti. Aidat ödemesinin son günü olduğunu böylece hatırladım çok şükür. Az kalsın bu küçük dalgınlığım bana kusursuz bir akşama mal olacaktı. Ve evet böylece, sizlerin de Sefer amcayı tanıma vaktiniz geldi. Kendisi zekice araya serpiştirdiğim aidat ipucundan da anlayacağınız üzere bizim apartmanın yöneticisi olur; ve evet aidatı hiç bir kasıt olmadan bir gün bile geciktirirseniz, bir fare titizliği ile sizin hareketlerinizi dinleyerek evde olduğunuz -muhtemelen bir akşam saati- kapınızı çalmaktan hiç çekinmez ki bunun benim akşam huzuruma ne denli büyük bir tehdit oluşturduğunu varın siz düşünün. Biraz şans yardımı ile, biraz da kıvrak içgüdüm ile aklıma gelen bu detay sayesinde kendimi bir kat yukarıda oturan Sefer amcaların kapısını önünde buldum; hissettiğim ise sadece bir zafer duygusu idi.

Kapıyı Sefer amcanın eşi açtı. Ben olası bir felaketin önüne geçmenin verdiği zafer duygusu ile ne kadar mutlu isem, Züleyha hanım bir o kadar düş kırıklığına uğramış gözüküyordu ve “Merhaba” deyip sebebine sormama ramak kalmışken o açıklayıverdi: “Sen miydin? Ben de akşam çocuklar gelecek diye onlar sanmıştım. Akılsız başım; onlar olsa böyle iç kapıyı mı çalarlar? Neyse aidat için geldin herhalde. Sefer!” E sesini uzatarak içeriye öyle ikna edici bir tonda seslendi ki Sefer amca adeta antrede sırasını bekleyen bir tiyatro oyuncusu gibi hemen kapının yanında bitiverdi. Ben cebimden aidatı çıkarmış uzatırken Sefer amcanın ağzından çıkan, “Bak yine son gün oldu, vallahi akşam çalacaktım kapını” cümlesi kulaklarımda çınlayarak merdivenleri indim ve ne büyük bir badire atlattığımı bir kez daha düşündüm. Ve nihayet kendimi dağınık daireme atmayı başardım.

Düzenli temiz bir ev yalnızlığımı bana daha çok hatırlatıyor. Mutfağım pırıl pırıl, salonum tertemiz olunca evde biri olsa şu güzel manzarayı görse diye hayıflanırım. Oysa ev pislik götürünce içimi bir huzur kaplar; hatta içten içe yalnızlığım ile gurur duyar, mutlu bile olurum bu manzarayı görecek kimsem yok diye.

Ama o da ne? “Ding dong!” Kulaklarıma inanamadım. (Aslında zilim “ding dong” diye çalmıyor ama yazarak en rahat taklit edebildiğim zil sesi bu olduğu için bunu tercih ettim.) Önce, bütün gün bu anı hayal ettiğim ve itiraf etmek gerekirse bu konuda bir takıntı hatta saplantı sahibi olduğum için zihnim bana bir oyun ediyor diye düşündüm ama zilin ikinci kere çalması ile kafamdaki bütün şüpheler yok oldu. Bütün hazırlıklarımı yapmış, bütün gedikleri kapatmıştım halbuki. Ben huzurumu böylesine delice bir tutku ile savunmaya hazırlanırken, ona böyle ahmakça saldıranın kim olduğu merak da ettim ve bu merak beni çoktan ayağa kaldırıp kapıya doğru yöneltmişti. Önce otomatiğe basıp dış kapıyı açtım, sonra da şaşkınlıktan ve hüzünden ben kapıya ulaşana öfkeye evrilen bir ruh halimle kendi kapımı açtım. Apartman boşluğundan yukarıya doğru o hepimizin bildiği kalabalık ve neşeli aile sesi yükselince, huzurumu bozacak kişinin hep tek başına olacağını düşündüğümü hayretle fark ettim. Yalnızlığım öyle bir boyuta gelmişti ki insanların bir araya geldiğini, evlendiğini, arkadaşlık ve aile kurduğunu ve toplu halde gezip toplu halde yaşadıklarını unuttuğumu da yine aynı hayretle hatırladım. Ve ne yalan söyleyeyim birazdan karşıma çıkacak bu insan grubu karşında da tek başıma kalacağım için gardım düşüyordu.

Kapıyı yanlışlıkla çalan aile sıra ile önümden geçerken, o anda nasıl göründüğüne dair hiçbir fikrimin olmadığı suratıma bile bakmadılar. Ben de geçişlerini boş boş izliyordum; en son aile babası olduğunu tahmin ettiğim kişi geçişinin tamamlamak üzereydi ki “buyurun” deme cesaretini gösterdim. Onlar da neyi mahvettiklerini ve benden ne çaldıklarını bilmeden “kusura bakmayın, sizin zile mi bastık yanlışlıkla” deyip iyi akşamlar dilediler. Zihnim elimde olmadan iyi kelimesini huzurlu ile değiştirdi ve ben koltuğuma geri dönerken durmadan “huzurlu akşamlar” diye mırıldanıyordum.

Ama oturmadım çünkü olan olmuştu. Hiç çalmayacağını hayal ettiğim zilim yanlışlıkla da olsa çalmış, akşamım mahvolmuştu. Tüm bu saplantılı korkularımın aslında tek bir temel düşünceden kaynaklandığını da o an fark ettim ve gidip üstümü giydim. Kapıdan çıkarken ağzımdan şu kelimeler döküldü:

"Dışarısı bana gelmeden ben oraya gidiyorum."


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kim Olduğunu Biliyorum

Gülüş

Ağrı